Ana Sayfa
     İletişim
     Ziyaretşi defteri
     burçlar
     istiklal marşı
     site kuralları
     fıkralar
     sitemizin kahramanları
     kızlar haydi bu sihirli dünyaya
     erkeklerin sihirli dünyası
     merhaba!!!
     şiir
     resimler
     karakatür
     bilmece
     komik yazı
     dost siteler
     mercedes araba resimleri
     ayın şiiri
     sihirli dünya
     sihir dünya devamı
     hikaye
     hikaye devam
     şarkı sözleri
     ayın 4 şekli
     ünlü hayvanlar
     gülben ergen
     şarkılar
     sayışmalar
     bez bebeğim
     miki fare ve mini fare
     ünlü türk ressamları
     kanser ve türleri
     50 mucize bitki
     zindan
     kalemler ve fiyatları
     milat
     sagopa kajmer sevgim



hoþgeldin - hikaye devam



Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel ülkelerden birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:

“-Hadi evlatlar, buyrun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.

“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:

“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.

İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş, vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.

Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.

Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.

Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında, gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:

“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:

“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:

“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.

“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”

Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:

“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;

“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:

“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.

Saraya gitmişler, Padişah’ın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yeyip içip eğlenmişler.

Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara.
241 kez okundu.

Çocuğun Öyküsü
Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde develer tellal pireler berber iken Esra adında yemek ayırt eden bir çocuk varmış. Sevdiği yemek oldu mu yer sevmediği oldu mu sofradan kalkarmış.

Yine bir akşam annesi balık kızartmış. Balığı sevmediği için başım ağrıyor deyip sofradan kalkmış. 10-15 dakika sonra uyumuş. Esra ve Balık serüvenlerine başlamışlar. İkisi kütüphaneye gitmişler. Balık içeri girmiş. Esra içeri adımını atamamış.

Balık:

- Gel, hadi çok güzel kitaplar var.

- Giremiyorum.

- Neden?

- Bilemiyorum.

Balık söze başlamış.

- Buraya sadece balık yiyenler girer,demiş.

Kız balığa sinirlenmiş. Ne olduysa o zaman başlar. Sanki bir sihirli değnek onu yeşilliklerin arasına götürmüş. Esra orada cildi güzel bir kız görmüş.

Esra: “Senin cildin neden bu kadar güzel?”

Kız: “Ben ıspanak çok severim”

Esra burun bükmüş. Yine aynı şey olmuş Esra eline aldığı anahtarı kapıya sokmuş. Kendini okulda sınavda bulmuş. Tahtayı zor gördüğü ve soruları yanlış yazdığı için sınavdan kötü not almış. Son ders zili çalmış. Esra ağlayarak evinin yolunu tutmuş. Yolda balıkla karşılaşmış.

Balık:Niye ağlıyorsun Esra? diye sormuş.

Esra:Seni neden ilgilendiriyor ?

Balık: Esra kendi kendine bir düşün beni ilgilendirdiğini o zaman anlayacaksın.

Esra yürüye yürüye trafik ışıklarına gelmiş. Yeşil ışık yanınca karşıya geçmek istemiş. Kendini birden çok büyük kapının yanında bulmuş. Kapıyı açmak istemiş. Boyu süt içmediği için kısaymış. Yanına bir peri gelmiş. “Senin bu kapıdan geçmen için yanına bir tabak sütlü kurabiye veriyorum.”demiş. peri. Yanına bir tabak kurabiye gelmiş Kurabiyelerden birini yemiş. Boyu uzamış. Sonra diğer kurabiyeleri cebine koymuş.

Peri:”Koyu renkli kurabiyeler büyütür. Açık renkli kurabiyeler küçültür” deyip oradan kaybolmuş.

Esra ayaklarının ucunda anahtar görmüş. Onu almış kapının deliğine sokmuş. Kapı açılmış. Kendini dev sebze ve meyvelerin arasında bulmuş. Sebze ve meyveler arasında yürümüş. Önüne küçük bir kapı açılmış. Büyük olduğu için kapıdan geçemezmiş Yanında açık ve koyu renkli kurabiyeler olduğu için açık renkli kurabiyeleri yiyip küçülmüş. Kapının yanında balık varmış Balık üstünde dev bir levha varmış. Üstünde “Bu balığı yiyen kapıdan geçer” demiş. Kız balığı yemiş. Gözlerine parlaklık gelmiş. İçeride peri görmüş. Peri Esra’yı balık yediği için ödüllendirmiş. Esra çok sevinmiş. Esra yiyeceklerle dost olmuş. Hayatının geri kalan kısmını mutlu geçirmiş. Esra ermiş muradına darısı dinleyenlerin başına..
324 kez okundu.Padişahın Elbisesi
Bir padişahın ganimet malından eline güzel ve sevilen bir kumaş geçer. Terzi başını çağırtıp o kumaşı eline verir. Terzi başı kumaşı görünce aklı başından gider. Ve sanki hasta olur. Padişaha kaftan kesmek için yaklaşıp evvela tahmin için eline arşın alır: -Sultanım, üstadlar: Bin ölç bir kes, ölçmeden kumaşa el vurmasın hiç kes (kimse) demişler, der.

- Sultanım, bu kumaş kaftan olmaya el vermez, diye söyler. Dörtte bir, çeyrek daha gerekir ki, hazret-i sultana layık bir kaftan olsun. Padişah çaresiz:-Biraz dursun ve buna uygun parça bulunması için şehir ve vilayet aransın, diye emreder. Her ne kadar şehir baştan başa aranır ve memleket boydan boya taranırsa da ona münasip kumaş ve o beze uyar yoldaş bulunamaz. Padişah çaresiz kalıp bir başka terziyi davet eder:

- Şu güzel kumaştan bana iyi bir elbise yapıver, diye söyler. Usta terzi de :"Bismillah" deyip iki dizi üstüne gelir. Kumaşı söyle bir tahmin edip sındısını eline alır Padişahın nasıl gönlünden geçerse işte tam öyle, mükemmel bir elbise biçer. Padişah överek ihsanlar eder. Terzi ihsanları alıp elbiseyi dikmeye gider.

Nice zaman sonra, bir gün padişah gezmeye çıkar. Şehri dolaşırken bir oğlan çocuğunu o eşsiz kumaştan bir elbise ile görür. Padişah hayret ederek elbisenin aslını teftiş edip araştırır. Çocuğun, o elbisesini diken adamın oğlu olduğunu öğrenir. Terziyi getirtip:

- Usta, bu elbisenin parçasını nerede buldun?

Terzi:

- Sultanım size dikilen elbisenin artan parçasıdır. Padişah:

- Ya bizim terzi başı "Bu kumaştan bir kaftan çıkmaz" derdi. Sen hem tam çıkardın hem de oğluna kaftan yaptın, nasıl oldu? der. Terzi:

- Sultanım onun oğlu büyüktü; kaftan çıkmaz demesi onun içindi, der
629 kez okundu.Küçük Beyaz Bulut
Küçük beyaz bulut dağların üzerinde gülümsedi. Armut ağacının gölgesinde yatmakta olan Hasan, gözlerini küçük beyaz buluttan ayırmadan kardeşi Esma’ya seslendi:

- "Esma bak, buluta bak buluta."

Esma, buluta baktığında; onun, küçük, tekerlekli bir bisiklete benzediğini şaşarak izledi.

- "Benim de öyle bir bisikletim olacak." dedi Hasan.

- "Benim de uzun saçlı, kocaman bir bebeğim olur mu?" diye düşündü Esma. Küçük beyaz bulut, o anda upuzun saçlı kocaman bir bebek oluverdi. Esma’nın minicik beyninde büyüdükçe büyüdü, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Alır mıydı babası?

- "Yağmur yağar, iyi ürün alırsak alacağım demişti..." Ama alır mıydı?

Elindeki çapayı cılız pamuk saplarının dibinde birkaç defa gezdiren Cemal doğruldu, belini tutarak. Yüzünü armut ağacına çevirdiğinde; çocuklarının gökyüzünü izlediklerini gözledi. Küçük beyaz bir buluttu gözledikleri. Bu mevsimde bir pamuk yumağı gibi gökyüzünde belirir, sonra yitip giderlerdi. Ne gölge verirler, ne de yağmur olup bereket sunarlardı. Yarı eğildi, çapayı yavaşça kaldırıp, ümitsizce indirdi susuzluktan çatlamış kuru toprağa. Birkaç güne kalmaz bu pamuklar kuruyup giderlerdi...

Hacer, kovanın ipini saldıkça saldı kuyuya. Yetmedi ip, eğilip uzandı kuyunun taşına, kolunu uzatabildiği kadar uzattı. Güç bela doldurabildi kovayı. Nereye gitmişti bu sular? Akarsular kurumuş, kuyularda su bitmişti...

Hasan, tekrar bulutu göstererek:

- "Esma bak, dedi. Şimdi de kamyon oldu.".

Hafiften gülümsedi çocuklara küçük beyaz bulut, sonra kendisini belli belirsiz esen rüzgara bıraktı. Dede oldu, koyun oldu, uçurtma, tren, umut oldu, umutsuzluk oldu. Kendisine katılmak isteyen su tanecilerinden özenle uzaklaştı. Büyük kara bulutlara hiç yaklaşmadı.

Kaç zaman geçmişti hatırlayamadı, tekrar rastladığında başı öne eğilmiş, gözleri dolmuştu Hasan’ın. Cemal, tarlanın bir köşesinde acı acı çekiyordu sigarasını. İçinde Hasan’a vurduğu tokadın burukluğu...

Küçük beyaz bulut bisiklet oldu, uzun saçlı kocaman bir bebek oldu, kamyon oldu ama ne Hasan’ın, ne de Esma’nın öne eğilmiş başlarını yukarıya kaldıramadı.

İki damla yaş süzüldü Esma’nın gözlerinden, içinde uzun saçlı kocaman bir bebek olan, iki damla yaş ıslattı toprağı.

Küçük beyaz bulut, birden bire karardı, ağladıkça ağladı... Bereket oldu.
998 kez okundu.Kedi Eti Yedi
Geçimini zorla temin eden fakir, yumuşak huylu bir adam vardı. Ağzı var, dili yok olan bu adamın müsrif ve hilekar bir karısı vardı. Adam eve ne getirse hemen harcar, boşa giderirdi. Adam da korkusundan sesini çıkaramazdı.

Bir gün adam, misafirini ağırlamak için bin bir sıkıntıyla 2 Kg. et aldı, eve getirdi. Kadın eti kebap edip komşularıyla bir güzel yedi. Akşamüstü adam misafiriyle beraber eve geldi. Hanımına:

- "Hanım! Biz geldik, yemek hazır mı?" diye seslendi. Kadın üzgün bir halde:

- "Ah efendi, başıma neler geldi, bir busen. Senin gönderdiğin eti tam pişirecektim ki, bizim tekir kedi eti aldığı gibi kaçtı. Arkasından çok koştum ama yetişemedim. Napalım, sağlık olsun. Haydi şimdi git yine et al da gel" dedi.

Adam karısının huyunu bildiği için sesini çıkarmadı. Ama şüphelenmişti. Hizmetçisini çağırıp:

- "Aybek, çabuk teraziyi getir, bizim kediyi tartacağım." Aybek teraziyi getirdi. Adam kediyi tarttı, kedi 2 Kg. geldi. Hanımına:

- "Hanım! Bu kediyse, söyle et nerede? Yok etse, bizim kedi nerede?" dedi.

ÖĞÜTLER:

* Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Hile ve yalana başvuranın yalanı çabucak ortaya çıkar. Çünkü gerçekler saklanamaz.

* Suyla yağın Resûlullah (s.a.v.) birbirine karışmadığı gibi, doğruyla yalan da birbirine karışmaz.
670 kez okundu.Orman Perisinin Gülleri
Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin güllerine hayran kalırmış. Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş. Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış. İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.

1560 kez okundu.Kıskanç baba
Anne,çocuk ve baba varmış.Annesi yoksullara erzak götürülmüş.
çocuğun babasıda kıskanıyormuş.Birgün annesi erzak verilken
babası izin vermemiş.Yoksul kadın demiş ki
-ne kadar vijdansız baba demiş.Kadın adamın evine gitmiş demiş ki
-Sen benim yerimde olsan bende senin yerinde olsam napardın demiş
-Adam zengin birisiyim ben fakir olmam senin gibi demiş.
-Kadın içinden ben bukadar viştansız görmedim.Sonrada evine gitmiş.
baba kadını biraz dövmüş.Çocuğunda aklı ermiyormuş.evleride garaja yakınmış.Baba ile anne kavka ederkene çocuk evden çıkmış
garaja doğru gidiyormuş.baba ile anne kavgayı bırakmışlar.Annesi 2 saat sonra çocuğu aramaya çıkmış.Baba nereye demiş annesi çocuk yok onu aramaya gitmiş.Otobüsünde bagajı açıkmış.Çocuk içine oturuvermiş.Arabanın kalmasına 15 dakka varmış.Kadın garaja gelmiş adamın birine
-niç burda sarı saçlı kırmızı buluzlu siyah pantalonlu kız gördümü demiş
-Adam evet demiş
-kadın nerde demiş
-Adam şu arabanın arkasında demiş
-Kadın sağul amca demiş
-Adam birşey dememiş
Kadın arabayı kaçırmış.Yazaneye gitmiş.
-Adama demiş ki ADANA arabası şimdi gitti. Onu durdura bilirmisin.
-Adam evet demiş.Giden arabaya telefon açmış konuşmuşlar araba gari dönmüş.
-Kadın demiş ki bu arabaya niç kız bindimi.
-Kaptan hayır demiş.
-Kadın bagajlara bi baksak kaptan.
-Kaptan tamam demiş bakmışlar bulmuşlar.
-Kadın sizden allah razı olsun demiş.
-Kaptan amin demiş.kadın eve dönmüş adam sanki yepyeni olmuş namaz kılmaya başlamış,erzak dağıtmaya başlamış,hayır sever olmuş.
-Kadın demiş ki hep böyle mutlu olalım demiş.
-Baba tamam demiş yılarca mutlu yaşamışlar.

ŞİRİN DEDE

Saygın bir kişiydi Selami Efendi. Göğsüne kadar inen ak sakalı ve cana yakın tavırlarıyla gençlerin ilgisini çekiyordu. Aynı bölgeden birkaç üniversiteli genç, okul araştırması için onu ziyaret ettiler. Kendilerini tanıttılar. Çeşitli sorularla onu da tanımak istediler. Selami Efendi onlara :

- Siz hiç Şirin Dede’yi ziyaret ettiniz mi? dedi.

Gençler ilk defa duydukları bu ismi oldukça merak etmişlerdi.

Onlardan biri :

- Nerede yaşıyor bu adamcağız? Kim bu Şirin Dede? gibi Selami Efendiye bir yığın soru sordular. Ama o

en ufacık cevap dahi vermedi. Sonra :

- Siz hep hazıra konmak istiyorsunuz… Ben sadece ismini veriyorum… Yerini öğrenmek de sizin göreviniz…

Gençler oradan ayrıldıktan sonra Şirin Dede’nin nerede olduğunu öğrenmeye çalıştılar. Tesadüfen karşılaştıkları bir emekli öğretmene kendilerini tanıtarak Şirin Dede hakkında bilgi istediler. Öğretmen :

- Demek bir aydır onu arıyorsunuz? O benim öğretmenimdi. Şu an İstanbul’un Karacaahmet bölgesinde

bulunuyor. O bölgede kime sorarsanız onu tanır…, dedi.

Gençler vakit kaybetmeden Karacaahmet’e gittiler. Minibüsten iner inmez karşılaştıkları ilk kişiye :

- Affedersiniz size bir şey sormak istiyoruz...

- Buyurun!

- Biz Şirin Dede’yi arıyoruz...

- Demek Öğretmen Şirin Dede’yi arıyorsunuz? Üzerinde bulunduğunuz caddeyi hiçbir yere sapmadan takip

edin. Karşınıza çıkacak mezarlığın ana girişinde bir kulübe ve bir de ev var... Mezarlığın bekçisi Avni Efendi’ye isteğinizi iletin. Bekir Amcanın da selamı var, deyin. O size yardımcı olur.

Gençler kendilerine bilgi veren Bekir Efendiye teşekkür ettiler. Bekir Efendi :

- Aklıma gelmişken size bir konuyu da aktarayım... Biraz sonra tanışacağınız Avni Efendi de üniversite

mezunu. Ülkemizin şartları onu mezar bekçisi yaptı... Mezarlığa gelen ölülerden ders aldı, şair oldu... Yaşarken anne ve babalarının kıymetlerini bilmeyenlerin ölümlerinden sonra mezarlığa gelip kendilerini affettirmek istemelerinin vahametine bakarak da yazar oldu. Haydi yolunuz açık olsun!

Gençler oradan ayrıldıktan sonra, hiçbir güçlükle karşılaşmadan Karacaahmet Mezarlığı’na geldiler. Mezarlığın ana giriş kapısından içeriye girdiler. Önce kulübeye baktılar. Orada Bekçi Avni Efendiyi bulamadılar. Sonra kulübenin bitişiğindeki evin zilini çaldılar...

Normal insan boyundan küçük kapı gıcır gıcır ses çıkararak açıldı. İçeriden 40 – 45 yaşlarında, uzun boylu Avni Efendi eğilerek dışarıya çıktı. Meraklı gözleriyle önce gençlerin yüzlerine baktı... Sonra :

- Buyurun bir dileğiniz mi var?

Gençlerden biri :

- Affedersiniz, Avni Efendi siz misiniz?

- Evet...

- “Biraz önce Bekir Amcayla görüştük. Size selamını söylememizi istedi. Sizden de bahsetti... Biz Şirin

Dede’yi arıyoruz.” Selami Efendiden itibaren başlarından geçenleri de anlattılar.

- Demek siz de Şirin Dede’yi arıyorsunuz? Yalnız yardımcı olmam size çok pahalıya mal olacak!

Gençler önce birbirlerine baktılar. Sonra :

- Meselâ kaç paraya? dediler.

- Dedim ya... Size oldukça pahalıya mal olacak!

- Olsun... dediler.

- Madem ki öyle, tamam, dedi Avni Efendi.

Ve eğilerek evinin dış kapısından içeriye seslendi :

- Hanım, bana üç tepsi ver!

Eşinin getirdiği üç tepsiyle gençlerin yanına gelen Avni Efendi :

- Bakın siz üç kişisiniz... Elimde de üç tepsi var... Her biriniz bir tepsiye cüzdanlarınızı ve paralarınızı

bırakın...

Gençler tekrar şaşkın bir şekilde birbirlerinin yüzlerine baktılar. Sonra ceplerinden cüzdan ve bozuk paralarını tepsilerin üzerlerine bıraktılar. Avni Efendi tekrar eşini çağırarak tek tek tepsileri verdi.

Onlara kendisini takip etmelerini söyledi. Ana kapıdan dışarıya çıktılar... Mezarlığın duvarlarını dışarıdan takip ederek yine mezarlığa ait demirden yapılmış, işlemeli, eski büyük bir kapının önünde durdular. Avni Efendi cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı. Gençlere “beni takip edin...” dedi. Mezarların aralarından geçerek bir mezarın önünde durdu. "İşte aradığınız Şirin Dede burada yatıyor." dedi.

Gençler Şirin Dede’nin dirisiyle karşılaşmayı beklerken, çıka çıka karşılarına ölüsü, yani mezarı çıkmıştı... Bir ALLAH’ın kulu çıkıp ta “bu yol sizi mezarlığa götürecek...” demedi diye düşünürlerken Avni Efendi :

- Bakın şu mezar taşına... Şirin Dede’nin sağlığında öğrencilerine sık sık söylediği bir söz var “ilmi önce en

yakınınızda arayın!”

Gençler kendilerine gerekli olan dersleri almışlardı. Plansız programsız yollara düşmenin gerek zaman, gerekse para açısından kendilerine ne gibi yükler getirdiğini düşünürlerken Avni Efendi :

- Sizin ilk konuştuğunuz Selami Efendiyi ben de tanıyorum. Sizin gibi üniversitenin son sınıfına kadar gelmiş

kültürlü kişileri bir ilkokul mezunu olarak yanlışlığa sevk etmemek için, fazla konuşmamış, sorularınıza sizin seviyenizden aşağıda cevaplar vermemiş, sizi aldatmaktan da sakınmış olacak ki, sizi Şirin Dede’ye göndermiş... Şirin Dede çok saygın bir kişiydi. Hiçbir öğrencisini sınıfta bırakmazdı. Sevgi doluydu. Hayatı boyunca hem ailesine, hem çevresine, hem de öğrencilerine örnek oldu. Kimsenin kalbini kırmaz, konuşurken düşünerek konuşur, sözlerini de tartardı. Ölmeden önce ben de onunla tanışma imkânı bulmuştum. Gördüğünüz gibi iyi insanlar hiçbir zaman unutulmuyorlar.

Merak etmeyin bana verdiklerinizi size aynen iade edeceğim. Benim de size ders vermem gerekiyordu. Adımlarınızı dikkatli atın. Araştırmalarınızı size faydalı olmayacak şekilde değil, hem size hem de çevrenize faydalı olacak şekilde yapın...

Gençler verdikleri cüzdan ve paralarını geri alarak Avni Efendiyle vedalaştılar. Geri dönüş yollarında kendi kendilerini sorgulayarak araştırmalarına yeniden başladılar.

Paylaşımcı:
Üzeyir Lokman ÇAYCI
468 kez okundu.Sirk
Küçükken bir gün, sirke bilet almak için babamla birlikte sırada bekliyorduk.

Sonunda bilet gişesi ile aramızda yalnızca bir aile kalmıştı. Hepsi de 12 yaşından küçük sekiz çocukları vardı. Çok paraları olmadığı belliydi. Giysileri eski ama temizdi ve çok uslulardı.

İkişer ikişer elele tutuşmuş, anne babalarının arkasında sırada bekliyorlardı. O gece görecekleri palyaçolar, filler ve diğer şeyler hakkında heyecan içinde konuşuyorlardı. Hayatlarında ilk kez sirke gideceklerini anladım. Bu, onların kısa yaşamlarındaki en önemli olaylardan biri olacaktı.

Sıranın başında anne ve baba kendileriyle gurur duyuyorlardı, kadın eşine, " Sen benim parlak zırhlı şövalyemsin" der gibi bakıyor, adam da "Sen her şeye lâyıksın" der gibi, gülümsüyordu.

Biletçi kadın, adama kaç bilet istediğini sordu. Adam gururla "Sekiz çocuk iki büyük lütfen," dedi.

Biletçi biletlerin fiyatını söyleyince, kadın adamın elini bıraktı, başını önüne eğdi. Adamın da dudakları titremeye başlamıştı.

Biletçiye biraz yaklaşıp sordu: " Ne kadar dediniz?"

Biletçi fiyatı yineledi.

Adamın o kadar parası yoktu. Çocuklarına dönüp onlara sirke götürecek kadar parası olmadığını nasıl söyleyebilirdi?

Olanları gören babam, cebinden 20 dolarlık bir banknot çıkardı ve parayı yere attı. Aslında hiç zengin sayılmazdık. Neyse, sonra babam eğildi, parayı aldı, adamın omuzuna dokundu ve:

"Affedersiniz, bu sizden düştü" dedi.

Adam olanları anladı. Yardım dilenmiyordu, ama parayı ümitsiz, acı ve utanç verici bu koşullar altında kabul etti. Babamın gözlerinin içine baktı, elini iki elinin arasına aldı ve hafifçe sıktı.

Yanağından bir damla gözyaşı süzülürken, " Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim. Bana ve aileme dünyaları verdiniz," dedi.

Babamla birlikte arabaya dönüp evimize gittik. O gece sirke gidemedik, ama bunun hiç önemi yoktu.
280 kez okundu.Minik Bir Kuş
Bir gün bir kuş sığınağına gitmiştim. Biraz uzakta bir bankta tuhaf hareketler yapan genç bir adam dikkatimi çekti. Biraz dikkatli bakınca :

Parmağında bir kuş tuttuğunu, ritmik hareketlerle elini aşağı yukarı oynattığını, kuşun da adamın hareketleriyle uyumlu olarak kanatlarını açıp kapadığını farkettim. Sonra adam kuşa bir işaret yaptı, kuş da pençeleriyle adamın parmağını kendine eksen yapıp bir tur takla attı.

Büyülenmiştim adamla kuş arasındaki iletişimden. Onlara biraz yaklaştım, biraz daha, sonunda genç adamın ismini rozetinden okuyabildim: Marty.

"Merhaba, Marty," dedim, " Ne akıllı bir kuş böyle. Cinsi nedir?"

"Adı Beyaz," dedi Marty, " O bir Avustralya Tepeli Papağan."

Papağanın bembeyaz parlak tüyleri, başının üstünde de taç gibi süslü tüyleri vardı. Tek kusuru, göğüs kısmında hiç tüy olmamasıydı. Böylesine güzel, eğitimli ve akıllı bir kuşun göğsünde tüy olmaması dikkatimi çekmişti. Sormadan edemedim.

"Kene yüzünden mi döküldü tüyleri?"

"Hayır," dedi Marty, " Göğsündeki tüyleri kendisi yoluyor. İki yıl önce sahipleri buralardan uzaklara bir yerlere taşınırken bırakmışlar onu sığınağa.

Beyaz'ın kalbi kırılmış. O gün bu gündür göğsündeki tüyleri yoluyor. Sanırım üzüntüsünü dile getirmek için yapıyor bunu."

"Hâlâ yasta demek..." dedim. Beyaz için gerçekten üzülmüştüm.

"Öyle olmalı. Baksanıza şuna. Onları çok özlüyor herhalde." Marty'nin yanında durmuş kuşu inceliyordum. Eşim David, kuşu almak üzere parmağını Marty'nin eline doğru uzattı, ama Beyaz geri çekildi. " Hadi gelsene..." dedi.

David, " Çok akıllı bir kuşa benziyorsun... Hadi gel..." Papağan kafasını çevirdi, geri çekildi, dönüp benden yana baktı ve koluma konmak istermişçesine kanatlarını çırptı. David şansını bir kez daha denedi, ancak kuş David'in teklifini reddedip bana yöneldi. Ben de parmağımı uzattım. Beyaz, Marty'nin parmağından benim parmağıma geçiriverdi.

Hemen başladı kolumdan omzuma tırmanmaya. Hedefine vardığında oturdu, başını boynuma sürtmeye başladı. Elimi uzatıp yavaşça okşadım.

Beyaz'ın bembeyaz, yumuşak tüylerini. Başını uzatıp yakama sürttü, sonra tatlı, tuhaf bir sesle " Benim adım Beyaz... Benim adım Beyaz..." deyiverdi.

Şaşkınlıktan donup kalmıştım. Marty yüzümdeki ifadeden şaşkınlığımı okumuş olmalı ki açıkladı. " Ne zaman sizin gibi biri gelip onunla ilgilense, yumuşak bir ses tonu ile onunla konuşsa kendini böyle tanıtır. Sanırım ona sahibini anımsattınız."

Beyaz'a baktı, hüzünlü bir ifadeyle ekledi, " Ne yazık ki bir zamanlar ona verilen sevgiyi, yuvasının sıcaklığını veren hiç çıkmadı."

Sevgi hepimiz için ne kadar da önemli. Avustralya Tepeli Papağanlar için bile. Özellikle de ismi ' Beyaz' olan için...
511 kez okundu.
Bugün 3 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!

bu siteyi yaparken zorlanmadım:d
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol